"TÜSİAD gelmekte olanı görüyor"

Türkiye'de son dönemde özellikle TÜSİAD ile hükümet gerilimi, maden işçilerinin Ankara'ya yürüyüşü ve CHP'nin adaylık sürecini konuşuyor.

Ayrıca Bolu'daki otel faciası da gündemden "düşürüldü" ve unutturulan bir diğer konu oldu.

Peki Türkiye'de yaşanan bu gündemleri nasıl okumak gerekiyor?

Yeni Durum olarak biz sorduk, Gazeteci-Yazar ve Akademisyen Fatih Yaşlı yanıt verdi.

İşte "Fatih Yaşlı ile Haftaya Bakış"ın soru-cevapları...

TÜSİAD'dan neden böyle bir açıklama geldi?

- TÜSİAD'ın AK Parti çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Hükümet ise hiç beklemeden her kanaldan tepki gösterdi. Soruşturmalar da cabası... Sermaye, AK Parti'ye savaş mı açtı?

Sermayenin AKP’ye savaş açtığı kanaatinde değilim; olsa olsa sermaye düzeninin bekası adına AKP’ye kimi uyarılarda bulunuyordur. AKP’yi iktidara 2000’lerin başında düzenin 90’lı yıllar boyunca yaşadığı hegemonya krizini çözmesi adına TÜSİAD, yani büyük sermaye iş başına getirdi ve AKP de geride kalan 22 yıl boyunca bunun hakkını verdi; hem hegemonya krizini çözdü hem de ülkeyi sermaye için dikensiz gül bahçesine dönüştürdü. Bugün Türkiye’de Erdoğan’ın desteği ve Şimşek’in öncülüğünde katıksız bir sermaye programı uygulanıyor ve enflasyonla mücadelenin yükü bütünüyle halkın sırtına yıkılmış durumda. Asgari ücret 22 bin lira ve ortalama ücret düzeyi de buna yakınsıyor, yani emek maliyetleri de son derece düşük. Ancak tüm bunlara rağmen ülkede yaprak kıpırdamıyor, çeşitli fabrikalarda ve hatta son Gaziantep örneğinde gördüğümüz üzere kimi işçi eylemlerine tanıklık ediyoruz ama bunlar ulusal ölçekte bir tepkiye dönüşmüyor. Sendikal hareket, emek hareketi zayıf, örgütlü işçi sayısı az, grevde geçen iş günü düşük ve şirketler, holdingler, bankalar korkunç yüksek kâr oranlarıyla çalışıyor… Sermaye için dikensiz gül bahçesi dediğim şey bu işte.

Peki o halde neden TÜSİAD’dan böyle bir açıklama geldi? Bir kere şunu unutmamak lazım, tek tek sermayedarların kendi kısa vadeli çıkarlarının peşinde koşmasına mukabil, TÜSİAD’da temsilen edilen sermaye aklı meselelere biraz daha “eleştirel” ve biraz daha uzun vadeli perspektiflerle bakar, yapısal meselelere odaklanır. Üstelik TÜSİAD, özellikle Yüksek İstişare Konseyi toplantılarında, yani senede en az bir kere bu tür açıklamalarda bulunur. Örneğin geçen yılki toplantıya Mehmet Şimşek de konuşmacı olarak katılmış ama orada da Şimşek programına destekle birlikte “Maarif Müfredatı” adı verilen yeni müfredata yönelik eleştiriler dile getirilmişti. Dolayısıyla “sermayenin think-tank”i gibi hareket eden TÜSİAD’ın iktidara Türkiye kapitalizminin bekası adına kimi uyarı ve eleştirilerde bulunması sanki ilk kez bugün gerçekleşiyormuş gibi yapmamak lazım. Sermaye, yeşil dönüşüm, yapay zekâ, yeni teknolojilerin kullanımı gibi başlıklarda iktidardan kimi adımlar atmasını istiyor, çünkü uzun vadede sadece kur rekabetine, ucuz TL’ye ve düşük emek maliyetlerine dayalı bir modelle uluslararası pazarlarda bir geleceği olmadığını görüyor. Bu seneki açıklamalarda eleştirel dozun daha arttığı açık, bunun gerisinde ise sermaye aklının bir yandan az önce bahsettiğim uzun vadeli endişelerinin, diğer yandan ise AKP’nin sermayenin hegemonyasını tesis etmekten uzaklaşmasının olduğunu düşünüyorum. Yani TÜSİAD, AKP’nin izlediği politikaların artık sermaye düzenine yeterli toplumsal rızayı üretemediğini ve iktidarın çubuğu zora doğru daha çok büktüğünü, yargı sopasını kullanarak siyasal alanı daralttığını görüyor. Sermaye düzeni istisnai durumlarda zor aracılığıyla da yönetir ama asıl olan rızanın üretimi ve tesisidir; çünkü zor politikalarının bir sınırı vardır. Velhasıl, büyük sermayenin iktidara bir savaş ilan ettiği kanaatinde değilim, ancak TÜSİAD gelmekte olanı görüyor ve 22 yıldır kaderini ortaklaştırdığı iktidara “böyle gitmez” şeklinde bir uyarıda bulunuyor. Bu ise dediğim gibi kendi bekasıyla ilgili, yoksa demokrasi, hukuk devleti, cumhuriyet gibi kaygılardan kaynaklı bir konumlanış söz konusu değil. Zaten yapılacak yeni açıklamayla TÜSİAD Şimşek programının arkasında durduğunu açıklayacak ve ortamı yumuşatmaya çalışacaktır. İktidarın ise TÜSİAD’la gerçek bir cephe savaşına gireceği kanaatinde değilim, retorik düzeyde birtakım açıklamalar gelecektir, sert laflar edilecektir ama bunun ötesine geçecek daha ileri hamleler beklemiyorum açıkçası. Şimşek programı devredeyken ve ekonomi bütünüyle sıcak para akımlarına bağımlıyken Erdoğan’ın gerçek anlamda büyük sermayeyi karşısına alması kendi rasyonalitesine bile aykırı olur çünkü.

"Eğer Türkiye üzerindeki ölü toprağını atacaksa..."

- Maden sahalarının özelleştirilmesine karşı mücadele eden maden işçileri Ankara'ya yürüyor. Bunca karanlık bir dönemde bu yürüyüşün anlamı daha da büyük oluyor sanırım? Maden işçileri ülkenin üzerindeki ölü toprağını atmaya vesile olabilir mi?

Çayırhan maden işçilerinden söz ediyorsunuz, işçiler perşembe günü Ankara’ya ulaştılar ve Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın önünde taleplerini dile getirdiler, mücadeleleri bundan sonra da devam edecek. Tam da sermayenin izlediği programa karşı ülkede yaprak kımıldamıyor derken Çayırhan işçilerinin yaptığı bu özelleştirme karşıtı eylem son derece kıymetli. Bakın Türkiye ekonomisinin bugün yaşadığı krizin de toplumsal çürümenin de gerisinde hayatın tüm alanlarının piyasacı zihniyete açılması, parayla alınıp satılır hale gelmesi, yani özelleştirme ideolojisi var. O yüzden özelleştirme karşıtı, kamucu bir perspektifin tüm topluma yayılması, bunun için ideolojik ve politik mücadele verilmesi gerekiyor. Dolayısıyla bir yandan Şimşek programına bir yandan özelleştirmelere karşı durmak son derece önemli. Çayırhan işçileri gibi örneğin şu an Antep’teki birçok fabrikada binlerce işçi grev ve eylem yapıyor. Antep Valiliği ise elbette ki iktidardan aldığı talimatla şehirdeki bütün eylemleri yasaklıyor ve bunu “çarkların dönmesi” ile açıklayarak net bir şekilde patronların yanında saf tutuyor. Dolayısıyla şu an iktidarın en büyük korkusu, 22 bin lira asgari ücrete mahkûm edilmiş işçilerin, yüzde 11 sefalet zammı alan memurların, 14 bin 650 lira maaşla yaşamak zorunda olan emeklilerin bir araya gelerek ses çıkarması, yani “ekmeğin küçülmesi”nin memleketin ana gündemi haline gelmesi. Eğer Türkiye üzerindeki ölü toprağını atacaksa, bu ancak siyasetin merkezine ekmeğinin küçülmesinin yerleşmesiyle, ekmeği küçülenlerin, yani halkın geniş kesimlerinin siyasi taleplerinin siyasal alana taşınmasıyla ve yeni bir toplumsal muhalefet dalgasının yükselişiyle söz konusu olabilecek. Kürsülere, grup konuşmalarına, Meclis koridorlarına sıkışmış siyasetle varılabilecek bir yer ise bulunmuyor.

Kürt meselesi...

- İmralı heyetinin görüşmeleri sürüyor. Ancak Öcalan'ın bu ayın sonunda yapacağı açıklamadan önce PKK ve PYD yönetimlerine birer mektup göndermesini, ardından da İmralı Heyeti’nin Barzani ile görüşmesini nereye oturtmak gerekiyor? Öcalan'ın açıklamasının "bölgesel" bir etkisi olacağı gün gibi açık. Gerçekten de AK Parti'nin dediği gibi, Öcalan PKK'ya silah bıraktıracak mı? "Yeni Çözüm Süreci"nin ömrü ne kadar sürer?

Kürtlerin dört parça coğrafyada, yani İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşamasından kaynaklı olarak Kürt sorunu bölgesel bir sorun, aynı zamanda büyük güçlerin de müdahil olduğunu bildiğimiz uluslararası bir sorun. Dört parçanın üçünde PKK etkiliyken, Kuzey Irak’ta Barzani etkili. PKK’nın etkili olduğu üç parçada ise İran meselenin en az konuşulduğu ülke. Bunda hem Kürtlere tanınmış birtakım haklar hem de rejimin baskıları etkili. Dolayısıyla Öcalan dört parçadan ikisine PKK ve YPG’ye mektup gönderirken, Kuzey Irak’a da hem PKK’nın merkez üssü orada olduğu hem de orası Barzani’nin kontrolünde olduğu için bir heyet gidiyor, İran’a yönelik bir girişim ise yok. Dolayısıyla mektuplar ve görüşmeler meselenin karakteriyle ilgili. Öcalan’ın açıklaması elbette ki bölgesel bir etki gösterecek ama o etkinin boyutunun ne olacağına dair henüz kesin şeyler söylemek için erken. Örneğin Öcalan sahiden “kayıtsız şartsız” silah bırakma çağrısında bulunacak mı, bunun karşılığında Öcalan İmralı’da ev hapsine çıkarılacak mı, PKK ve YPG bu çağrıya uyacak mı? Bu sorulara kesin yanıtlar verebilecek durumda değiliz. Öte yandan tam da Trump’ın pervasız siyasetinin öncülüğünde tüm dünyada sınırların yeniden belirlenebileceği bir konjonktür ortaya çıkmışken, PKK’nın silah bırakma ihtimali zayıf görünüyor. Belki “süresiz ateşkes” ilanı ya da YPG’ye katılım söz konusu olabilir ama bunlar da bütünüyle silah bırakma anlamına gelmez. Benzer şekilde HTŞ’nin yönettiği Suriye’de seçimler ve yeni anayasa için en az dört-beş yıllık bir geçiş süreci öngörülmüşken, yani Kürtlerin yakın gelecekte herhangi bir statüye kavuşma ihtimali bulunmuyorken, YPG’nin de silahlarını HTŞ’ye teslim etme ihtimali zayıf görünüyor. Tüm bu karmaşık denklemin seyrinin nereye doğru evrileceğini anlamak için Öcalan’ın mektubunu ya da kimilerinin iddia ettiği üzere yayınlanacak videolu mesajını görmemiz gerekiyor. Öcalan’ın söyleyecekleri sürecin nereye gideceğine dair daha güçlü öngörülerde bulunmamızı sağlayacaktır.

Kendi sorumlulukların üzerini örtüyorlar!

- Bolu'daki yangın faciası sessiz sedasız gündemden düştü ve açıkçası "unutturuldu". Ne hesap veren oldu ne de sorumlular istifa etti. Türkiye'nin gündemi bu kadar çabuk değişirken, bu tür faciaların unutturulmaması için neler yapılmalı?

Toplumsal hafıza ile toplumsal örgütlülük arasında doğrusal bir orantı vardır; Türkiye’de toplum 12 Eylül darbesinden beri örgütsüzleştiriliyor ve dolayısıyla hafızasızlaştırılıyor. Ancak mesele tek başına bu değil. Türkiye normal bir ülkenin birkaç ayda ya da yılda yaşayacağı gündemleri günler haftalar içerisinde, “sıkıştırılmış” bir şekilde yaşıyor. Bu gündemlerden ise eskiden olduğu gibi TV’lerin akşam bültenleri, gazeteler ya da dergiler aracılığıyla haberdar olunmuyor, akşam haberleri yayınlandığında ya da gazeteler ertesi gün çıktığında o gündem çoktan “tarih” oluyor, geride kalıyor; çünkü internet ve sosyal medya aracılığıyla bir “enformasyon bombardımanı”na maruz kalıyoruz, her şeyden anında, hızlı bir şekilde haberdar oluyoruz. Sonra sosyal medya aracılığıyla hızlıca bunlara yönelik yorumlarımızı paylaşıyor, polemiklere giriyor ve yine hızlıca bir sonraki gündeme geçiyoruz. Dolayısıyla daha bir hafta ya da on beş gün önce gerçekleşmiş bir hadise, sanki aylar, yıllar önce yaşanmış gibi bir zaman algısı ortaya çıkıyor, çünkü unutuyoruz. Unutmamanın yolu başta söylediğim üzere örgütlü olmaktan geçiyor, bir meseleye örgütlü ve sebat ederek tepki gösterildiğinde o hadiseye dair toplum adına olumlu sonuçlar alınabiliyor ama sosyal medyada tüketilen her hadisenin üzeri bir süre sonra unutuluyor. Böylece sorumluluk almayı ve istifayı bir zaaf olarak gören iktidar, kendi sorumluluğun üzerini örterek ve istifa müessesini çalıştırmayarak yoluna devam edebiliyor. Bu da bir kısırdöngü olarak yeni iş cinayetlerini, yeni deprem felaketlerini, yeni yangınları beraberinde getiriyor. Bu nedenle siyaseti sosyal medyanın dışına taşımak, yüz yüze bakılacak yeni kamusal mekanlar ve mekanizmalar yaratmak, sosyal medyayı da bunlara vesile olacak şekilde doğru bir şekilde kullanmak durumundayız.

"Kriz adım adım yaklaşıyor"

- Son olarak, ülke yangın yeriyken, ana muhalefetin tek derdi Cumhurbaşkanlığı seçimleri oluyor. Her olayda CHP'nin önemli isimleri "erken seçim" çağrısı yapıyor ve adaylık tartışması yaşıyor . CHP neden sürekli olarak erken seçim çağrısı yapıyor? Erdoğan karşısında 23 yıldır kazanamadığı bu alana neden bu kadar çok yükleniyor?

Ana muhalefetin tek derdi söylediğiniz gibi cumhurbaşkanlığı seçimleri ve erken seçim olsaydı keşke. Bana göre tam tersi bir şekilde 31 Mart seçimlerinde ülkenin erken seçim konjonktürüne girmesini engelleyen “normalleşme/yumuşama” adı altında bizzat CHP’nin kendisi oldu, erken seçim ise maalesef ancak 31 Mart seçimlerinin toplumda yarattığı umut dalgası sönümlendirildikten sonra, son birkaç ay içerisinde konuşulmaya başlandı. Burada esas mesele, ülkenin erken seçime nasıl götürüleceği. Hiçbir iktidar kendiliğinden erken seçime gitmez, bunun için bir meşruiyet ve yönetmeme krizinin yaşanması gerekir. Bu krizi derinleştirmek ise muhalefetin işidir.

Türkiye’de şu an az önce TÜSİAD mevzundan bahsederken söylediğim üzere bir hegemonya krizi adım adım yaklaşıyor, ancak muhalefet bu krizi derinleştirecek hiçbir şey yapmıyor, siyaseti kürsülerden alanlara çıkarmıyor, bir toplumsal muhalefet dalgasını yükseltip ona yaslanmayı hedeflemiyor. İktidar ise giderek daha fazla zora başvuruyor ve yargıyı siyasal alanı daraltmak için bir sopa olarak kullanıyor ve bunda şu an için başarılı da oluyor. Mesele seçimlerin fiilen anlamsız hale gelmesine doğru giden süreci durduracak bir şekilde iktidarı erken seçimlere zorlamaksa eğer, bunun için bir an önce bir cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi, o adayın da kadrosunu ve programını açıklayıp halkın karşısına çıkması gerekiyor. Ancak “erken seçimin adayı erken açıklanır” deniyorsa, o açıklanan adayın iktidarı erken seçime zorlama iradesini göstermesi gerekiyor, yok eğer bu başarılamazsa daha şimdiden bir aday belirlemenin de herhangi bir anlamı kalmayacak. Sözünü ettiğim irade ise ancak halkın siyasete taşınmasıyla, toplumun muhalif kesimlerinin siyasal denkleme dâhil edilmesiyle mümkün olabilir. çünkü karşısında durulamayacak tek güç, halkın gücüdür.(Haber Merkezi)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Yaşlı Arşivi