'İmamoğlu'nun adaylığını Erdoğan belirleyecek'

Yeni Durum-Türkiye son dönemde; PKK kurucusu Abdullah Öcalan’ın yapacağı açıklamaları bekliyordu. Sonunda o açıklama geldi ve Öcalan örgüte kendini feshetmesini söyledi.

Öte yandan 28 Şubat’ın yıl dönümünde iktidar kanadından tepkiler geldi.

CHP Cumhurbaşkanı adayını ön seçimle belirlemeye giderken, iktidar tek aday Ekrem İmamoğlu’na yönelik hamlelerinde el yükseltiyor.

Türkiye’de bir haftayı daha yoğun gündemle kapatırken yeni haftaya da referans olacak konularla giriyor.

Türkiye'de yaşanan bu gündemleri nasıl okumak gerekiyor?

İşte "Fatih Yaşlı ile Haftaya Bakış"ın soru-cevapları…

28 Şubat süreciyle ilgili olarak bugünün Türkiye’sinde nasıl bir miras kaldığını düşünüyorsunuz, dönemde yaşananlar bugün siyaseti nasıl etkiliyor?

Önce 28 Şubat neydi onu hatırlamak ve hatırlatmak lazım, çünkü günümüz Türkiye’sinde tarih iktidar tarafından tekrar yazılıyor, yakın geçmişte yaşananlar bile tahrif edilerek kamuoyunun bakışı yeniden biçimlendirilmeye çalışılıyor. 28 Şubat İslamcıların iddia ettiği üzere “laikçi-vesayetçi elitlerin dindarlara yönelik bir saldırısı” olmadığı gibi basitçe bir “postmodern darbe” de değildi. 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısına ve o toplantıda alınan kararlara atıfla 28 Şubat olarak adlandırılan hadise esas olarak Türkiye yönetici sınıfının askere öncülüğünde hayata geçirdiği bir restorasyon girişimi ve bir süreçti. Türkiye yönetici sınıfı 28 Şubat sürecinde, düzenin 90’lar boyunca yaşadığı hegemonya krizini aşmaya yönelik bir hamle yaptı ve ne kadar ironiktir ki yıllardır 28 Şubat üzerinden bir mağduriyet siyaseti izleyen, mağduriyet söylemi üreten bugünkü iktidar aslında o restorasyonun neticesi olarak iktidara geldi. Biraz daha açayım. 12 Eylül darbesi düzenin özellikle 1977-80 arası yaşadığı çoklu krizi çözmek için gerçekleştirilmiş bir sermaye darbesiydi. 1980-83 arası cunta, 1983-1991 arası ise ANAP iktidarı bu krizi kısmen çözdü. Askerin sopasına, solun sindirilmesi, emek hareketinin bitirilmesi, Türk-İslam sentezinin devlet ideolojisi haline gelmesi, köşe dönmecilik, bireycilik vs. eşlik etti ve kısmen de olsa yeni bir hegemonya kuruldu. Ancak 90’ların başından itibaren işler değişti, Türkiye yeni bir kriz dönemine girdi. Siyasal İslam’ın ve Kürt hareketinin sahneye çıkışı, uzun ömürlü olmayan koalisyon hükümetleri, siyasi cinayetler, kontrgerillanın kontrolden çıkışı, üst üste gelen ekonomik krizler düzen açısından yaklaşık on yıldır devam eden bir hegemonik krize işaret ediyordu.

İşte bu noktada asker, yanına büyük sermayeyi de alarak siyasal alanı yeniden dizayn işine girişti ve hem RefahYol koalisyonunun yıkılış zeminini hazırladı, hem de başta Refah Partisi ve siyasal İslam olmak üzere siyasal aktörlerin rollerini ve sınırlarını yeniden belirledi. Milli Görüş geleneğinin ikiye bölünerek içerisinden AKP’nin çıkması 28 Şubat’ın restorasyon girişiminin bir sonucuydu ve hem asker hem büyük sermaye, düzenin hegemonya krizini çözmesi için “ılımlı İslam”ı yardıma çağırdılar. Burada “ılımlı” olmakla kastedilen ABD ve AB ile iyi anlaşacak, IMF politikalarına ve onun son uygulaması olan Derviş programını devam ettirecek, Türkiye’nin Özal’la başlayan neoliberalizme açılma projesini sonuna kadar götürecek, alt sınıfların rızasını tesis ederek radikalleşmesini engelleyecek, düzenle mutlak anlamda uzlaşmış, bütünüyle ona hizmet eden bir İslamcılıktı. AKP ve Erdoğan iktidara zaten böyle gelebildiler, yani Türkiye’nin düzeni kendi bekası adına 28 Şubat sürecinde siyasal İslam’ı iktidara taşıdı; bu açıdan bakıldığında İslamcıların 28 Şubat’a bir minnet borcu var aslında.

'Ne olduğu belirsiz, soyut bir demokrasi nosyonu'

Abdullah Öcalan’ın örgüte silah bırakma çağrısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Henüz mektup yayınlanmadan önce silah bırakma çağrısının yapılacağı kesinleşmişti, aksi bir durum olsa ya heyetin ziyaretine izin verilmez ya da ziyaret sonrası bir çağrı yapılmazdı zaten. Bu açından ortada şaşırtıcı bir durum yok ama başka açılardan son derece şaşırtıcı bir durum var. İlk olarak Öcalan’ın mektubu, bizzat kendisinin kurduğu, lideri olduğu, teorisini ve pratiğini belirlediği PKK’ya yönelik net bir reddiye metni. Öcalan PKK’nın ortaya çıktığı şartları, yani Soğuk Savaş’ı ve reel sosyalizmi anlatırken, örgütün aslında daha baştan yanlış bir anlayış üzerine kurulu olduğunu söylüyor. Sovyetler Birliği’nin ve reel sosyalizmin çözülüşü sonrası ise varlığının herhangi bir anlamı kalmadığını, kendini tekrarlar hale geldiğini iddia ediyor, dolayısıyla bir tür “ölü doğum”dan ve varlığı gereğinden fazla sürmüş bir örgütten bahsetmiş oluyor. Böylesi bir ideolojik-politik reddiye benim kendi adıma şaşırdığım birinci nokta. İkinci nokta ise Kürt siyasetinin PKK öncesine de uzanan statü taleplerinin hepsinden bu mektup aracılığıyla vazgeçilmiş olması.

Öcalan PKK’nın “aşırı milliyetçi savruluş” nedeniyle ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralizm gibi çözümler peşinde koştuğunu ama bunların hepsinin hata olduğunu söylüyor. Dolayısıyla sadece ulus-devlet talebi değil Kürtlere dair her türlü siyasal statü talebi aşırı milliyetçiliğin bir sonucu olarak görülerek mahkûm ediliyor. Peki Kürt sorunu ve onun çözümü adına geride ne kalıyor? Elde kalan tek şey ne olduğu belirsiz, soyut bir demokrasi nosyonu. Kürt sorunu muğlak bir demokrasi parantezinin içerisine yerleştiriliyor ve o parantezin içinin nasıl doldurulacağına dair hiçbir şey ortaya konulmuyor. Dolayısıyla da minimalist de olsa somut taleplerin dahi yer almadığı ve bu nedenle de iktidarın “kayıtsız, şartsız teslim olma” söylemini doğrulayan bir mektup bu. Ucu açık tek şey ise metinde yer almayan ama Öcalan’ın Sırrı Süreyya Önder’e söylediği iddia edilen ve kamuoyu ile de paylaşılan “süreçte demokratik ve hukuki düzenlemeler yapılmalıdır” sözü. PKK bu sözden yola çıkarak silah bırakmayı yapılacak düzenlemelere göre mi gündemine alacak yoksa silah bırakılacak ve sonra da bu düzenlemelerin yapılması mı beklenecek, şu an bunu bilemiyoruz.

Bu çağrının Türkiye'nin iç siyasetine ve seçim süreçlerine etkisi olur mu? Muhalefet bu çağrıya nasıl yaklaşmalı?

Ben en başından beri bu sürecin doğrudan iktidarın bekasıyla bağlantılı olduğunu düşünüyor ve anlatıyorum. “Suriye fatihi”nden sonra “terörü bitiren lider” unvanını da almak isteyen Erdoğan, kendisinin de açıktan ifade etmeye başladığı üzere ömrü vefa edene kadar o koltukta oturmayı arzuluyor. Ancak yine de bunun için yasal ve anayasal düzeyde aşması gereken engeller var. Kimse “Erdoğan zaten anayasaya uymuyor, yeniden aday olsa kim ne diyebilir” demesin. Hayır, anayasada açık hüküm varken Erdoğan yeniden aday olamaz, buna eninde sonunda hukuki bir çözüm bulunması gerekiyor. Bu ise iki türlü olabilir, TBMM’den 360 vekille erken seçim kararı çıkartılabilir ya da anayasa değişikliği yapılabilir. İlki daha kolay, ikincisi daha zor elbette ama kanımca ikisi de denenecektir. Burada her iki durumda da Kürt siyasetinin desteğine ihtiyaç var; ancak mesele bununla da bitmiyor. Erdoğan aday olsa dahi bugünkü koşullarda ve görece adil ve serbest bir seçimde cumhurbaşkanı seçilecek kadar oyu alamayabilir, muhtemelen de alamayacaktır. İşte bu noktada da Kürt siyasetinin yardımına ihtiyacı var. Bu da iki türlü olabilir. Kürt siyasetinden ya tarafsız kalması ve muhalefetin adayını desteklememesi ya da doğrudan Erdoğan’ı, özellikle ikinci turda elbette, desteklemesi talep edilebilir. Bunun karşılığında ne alınabilir peki? Belki yeni anayasaya Kürtlerle ilgili birtakım hükümlerin konulması ya da Rojava’daki özerk bölgenin varlığının de facto olarak tanınması gibi birtakım taleplere bağlı olarak dediğim şeyin gerçekleşebileceğini düşünebiliriz. Öte yandan ilişkilerin gidişatına göre, örneğin iktidar Kürt sorunu başlığında atması gereken adımları atmazsa, DEM Parti muhalefetle, özellikle de CHP’yle müttefiklik ilişkisine gidip iktidarın karşısında da yer alabilir. Bunu güç dengeleri ve gelişmeler belirleyecektir.

''İmamoğlu'nun adaylığını Erdoğan belirleyecek''

CHP’nin cumhurbaşkanlığı adayını ön seçimle belirlemesi, Türkiye’de siyasi rekabet açısından ne anlama geliyor? Ekrem İmamoğlu’nun adaylık şansı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel yönetiminin adayı, dolayısıyla daha baştan bir “adil rekabet eksikliği” meselesinden bahsedebiliriz, öte yandan bu adaylığın parti tabanının onayına sunulması rekabette belli bir dengeyi de tesis ediyor. Bunların dışında zaten şu an CHP içerisinde Ekrem İmamoğlu’nun karşısına çıkabilecek bir figür yok, Kılıçdaroğlu’nun çevresi de dâhil onun arkasında duracak güçte bir ekip yok. Evet Mansur Yavaş var diyebiliriz ama Yavaş “CHP’li” değil, o da bunu bildiği için ön seçime katılmadı. Dolayısıyla da CHP’deki adaylık seçimi, adaylar arasında bir yarış anlamına değil, İmamoğlu’nun adaylığına partililerin onay vermesi anlamına gelecek. Partililerin bu şekilde de olsa karar alma mekanizmalarına dâhil edilmesi ve bir mobilizasyon yaratılması ise olumlu bir uygulama olarak not edilebilir.

Ancak İmamoğlu’nun aday olup olmayacağını esas olarak Erdoğan belirleyecek. Şu ana kadar yaşanan bütün gelişmelere bakarak İmamoğlu’na bir siyasi yasak getirilmesi ve seçimlere sokulmaması ihtimalinin hayli yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü İmamoğlu’na yönelik her baskı politikası onun elini güçlendiriyor ve elini bu kadar güçlendirdiğiniz bir figürü rakibiniz olarak görecekseniz bunları yapmazsınız. Şu an yolsuzluk, terör, diploma gibi birden fazla başlık üzerinden İmamoğlu’na yönelik bir itibarsızlaştırma operasyonu yapılıyor ve bu operasyonun sonunda görevden alındığında buna yönelik kamuoyu tepkisinin minimize edilmesi hedefleniyor.

Sizce muhalefetin ortak aday çıkarması mümkün mü, yoksa her parti kendi adayını mı göstermeli?

Bir önceki seçimdeki Altılı Masa artı HDP formülasyonu artık geçerli değil, ortak aday da bu konjonktürde zor görünüyor. Dolayısıyla en azından ilk turda herkesin kendi adayını göstereceği bir yere doğru gidildiğini varsayabiliriz. Burada önemli olan muhalefetin göstereceği adayların, Erdoğan’ın karşısındaki en güçlü rakipten mi, yani CHP’nin adayından mı yoksa Erdoğan’dan mı oy çalacağı. Yani eğer İYİP ve Zafer Partisi ortak bir milliyetçi aday gösterirse ve ilk turda o adaya MHP tabanından oy gelirse, Yeniden Refah’ın ve Yeni Yol’un adayları ya da ortak adayı da muhafazakâr-dindar tabandan oy alabilirse seçim belki ilk turda bile bitebilir. Öte yandan daha güçlü ihtimal olan ikinci tura kalınması halinde ise muhalefet Erdoğan’ın karşısındaki adayın etrafında birleşirse kazanacaktır. Tam tersi bir durum, yani birinci turda muhalefetin birden fazla adayının kendi içindeki rekabeti ise doğal olarak Erdoğan’a yarar. Elbette ki bunların hepsini “serbest seçimler”in yapılacağı varsayımı altında söylüyoruz; oysa Türkiye benim bir süredir “seçimsizleştirme” dediğim sürecin içerisine sokulmuş durumda, yani seçimler kâğıt üzerindeki varlığını devam ettirecek ama bir formaliteden ibaret hale gelecek, gidişat oraya doğru. İktidar şu an ardı ardına yaptığı hamlelerle bunun peşinde koşuyor ve eğer muhalefet bu gidişatı engelleyemezse başarıya da ulaşacak gibi görünüyor.

"Erdoğan ABD-AB ittifakının çözülmeye başladığını gördü"

Son olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Avrupa’nın Türkiye’ye ihtiyacı var” açıklaması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Erdoğan iktidarı, Trump’ın iş başına gelişiyle birlikte 1945 sonrası ortaya çıkan uluslararası mimarinin dağılmaya ve ABD ile Avrupa arasındaki ittifakın çözülmeye başladığını gördü. Anlaşılan o ki ABD artık Avrupa’nın güvenliğini sağlamaktan adım adım vazgeçecek ve belki de NATO’dan ayrılacak. Bu noktada Fransa-Almanya merkezli ve elbette ki İngiltere’nin arka planda yer aldığı bir yeni Avrupa’nın şekilleneceğini ve kendi güvenlik aygıtını da şekillendirmek isteyeceğini düşünebiliriz. Bu belki NATO’nun ABD’siz bir şekilde yapılandırılması belki de bir Avrupa ordusunun kurulması şeklinde olabilir. Her iki durumda da Türkiye hem nüfusunun görece gençliği hem NATO üyeliği hem de jeopolitik konumu nedeniyle Avrupa açısından kritik bir önem taşıyor. Erdoğan ABD’siz Avrupa’ya bir teklifte bulunuyor ve yeni oluşacak güvenlik mimarisinde koçbaşı bir pozisyona oturmak istiyor. Yani bir kez daha Soros’a dönüyor ve “Türkiye’nin en büyük ihraç ürünü Türk ordusudur” sözünü hatırlıyoruz. Öte yandan Türkiye’nin Avrupa güvenlik mimarisine dâhil edilme arayışı ile AB üyeliği birbirine koşut olarak ilerler mi ondan emin değilim. AB, Türkiye’yi tam üye yapmaya yanaşmayacaktır, ama tam üyelik olmadan yeni bir entegrasyon planının ortaya çıkması az önce bahsettiğim durum nedeniyle ihtimal dahilindedir. Yani Erdoğan, Trump’la kavga etmeden ve hatta ABD’nin askeri yükünün bir miktarını ondan alarak kendisini hem ABD hem Avrupa nezdinde yeniden makbul hale getirebilir, Avrupa’yla göçmen akını karşısında tampon ülke pozisyonu üzerinden kurulan ilişkiler şimdi askeri düzeye doğru daha da derinleştirilebilir. Ancak bu da Rusya’yı kızdıracağından sürecin kırılgan niteliğine ve her türlü krize açıklığını da not etmemiz gerekiyor.(Haber Merkezi)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Yaşlı Arşivi

"TÜSİAD gelmekte olanı görüyor"

17 Şubat 2025 Pazartesi 00:00