"Suriye'de Devlet Yok, Cihatçı Çeteler Var!"
Yeni Durum- Suriye'de yönetimin değişmesiyle birlikte ortaya çıkan kaosta, Alevilere yönelik sistematik saldırılar neredeyse kitlesel katliam boyutuna ulaşmış durumda.
Öte yandan CHP ve Ekrem İmamoğlu çevresinde şekillenen siyasi atmosfer, muhalefetin nasıl bir yol izleyeceği konusunda kritik ipuçları veriyor. İmamoğlu, hem parti içinde hem de genel seçim denkleminde ciddi bir baskıyla karşı karşıya.
Peki, Suriye'de yaşananlar nasıl bir bölgesel dönüşüme işaret ediyor? Batı'nın ve Türkiye'nin bu Suriye stratejisi ne?
Ekrem İmamoğlu'nun siyasi mücadelesi nasıl bir seyir izliyor? Tüm bu soruların yanıtlarını Fatih Yaşlı ile Haftaya Bakış'ta değerlendiriyoruz...
'SURİYE' DE DEVLET YOK, CİHATÇI ÇETELER VAR'
Suriye'de Alevi sivillere yönelik artan saldırılar hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye'nin bu durumuna tutumu nasıl olmalıdır?
Olan biteni anlayabilmek için bazı şeyleri çok net olarak koymak gerekiyor: Suriye’de şu an bir El Kaide devleti var. El Kaide’nin Suriye kolu olan HTŞ, dünyanın dört bir yanından gelen cihatçılarla birlikte ve elbette ki hem emperyalizmin hem de bölgedeki İslamcı iktidarların desteğiyle Suriye’yi işgal etti. “El Kaide Devleti’ni “iktidarda cihatçılar var” anlamında kullanıyorum ama öte yandan şunu da görmek lazım, şu an Suriye’de bildiğimiz anlamda bir devlet yok, çetelerin kontrol ettiği bir coğrafyadan bahsediyoruz. Şu an Suriye’de yaşananlar da bununla ilgili. Cihatçı ideolojinin en önemli özelliklerinden biri Alevilere ve Şiilere duydukları nefret, yani mezhepçilik. Öyle ki başka dinlere, başka inançlara Alevilik ve Şiilik kadar nefret duymuyorlar, çünkü bu ikisini sapkınlık olarak görüyorlar.
İktidarı ele geçirmelerinin ardından özellikle Batı’ya şirin görünmek ve oradan destek alabilmek için kravat taksalar da inşa ettikleri rejimin dinsel bir karakter taşıyacağını ve Alevileri siyasal alanın dışında bırakacağını biliyorduk. Alevilerin siyasal karar alma süreçlerinin dışında bırakılması ise ancak onlara yönelik sistematik bir şiddet aracılığıyla sindirilmeleri üzerinden söz konusu olabilirdi. Bunun ipuçları geçtiğimiz haftalarda zaten geliyordu, şimdi ise Alevilerin El Kaide devletine itiraz ve isyanlarına kitlesel kıyım politikalarıyla yanıt veriliyor. Bu da şaşırtıcı değil; çünkü az önce söylediğim üzere cihatçı ideoloji açısından Aleviler sapkın bir inancın temsilcileri ve öldürülmelerinde bir sakınca yok. Öte yandan cihatçılık şiddete tapan, şiddetten beslenen, kendisini şiddetle var edebilen bir ideoloji. Bu noktada Alevilerin şanssızlığı, Kürtlerden ve Dürzilerden farklı olarak hem silahsız olmaları hem de arkalarında büyük bir güç olmaması.
Suriye’deki Kürt bölgesi ABD’nin, Dürzi bölgesi ise İsrail’in himayesi altında ve iki grubun da silahlı güçleri var. Aleviler ise her ikisinin de yoksunlar ve dolayısıyla daha savunmasız bir pozisyondalar. Ölü sayısının daha şimdiden binlerle ifade edilmeye başlanması bunu çok net bir şekilde gösteriyor.
'COLANİ CESARETİ BATININ İKİYÜZLÜLÜĞÜNDEN ALIYOR'
Bu tür mezhepsel çatışmaların bölgedeki barış ve istikrar etkileri konusunda neler anlatılır?
Büyük güçlerin kapışma alanı olarak Ortadoğu’da barış ve istikrardan söz etmek hiç mümkün olmadı, bundan sonra da kolay kolay olmayacak. Son yirmi yıla bakıldığında ABD Irak’ı işgal etti, NATO’yla birlikte Libya’da Kaddafi’yi devirdi, bütün bir Batı uzun yıllar Türkiye’yle birlikte Esad’ı devirmek için uğraştı. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısının ardından İsrail’in korkunç katliamlarına destek verildi. Yemen’de yıllarca katliamlar yapıldı
Batı ikiyüzlülüğü güya otoriter rejimlere karşı demokrasiyi savunurken petrol şeyhlikleriyle ya da çıkarına uygun otoriter rejimlerle gayet iyi ilişkiler yürütebiliyor. Bunun son örneğini Suriye’de gördük, Şam yönetimi otoriter olduğu için her türlü yaptırıma maruz bırakılırken, Batılı devletler Colani’yla onu daha terör listesinden çıkarmadan görüştüler ve fiilen tanıdılar. Bugün de Batı medyasındaki haberlere bakıldığında yaşanan Alevi katliamını görmezden geldiklerini ve öldürülen sivilleri “Esad milisi” vs. diye adlandırdıklarını ya da ölümlerini önemsizleştirmek istediklerini görebiliyoruz. Dolayısıyla Colani ve cihatçılar cesaretlerini Batı’nın ikiyüzlü tutumundan alıyorlar.
Öte yandan Irak ve İran’ın bu katliamlara tepkili olduğunu biliyoruz ama onların da gücü sınırlı ve gidişatı durdurmaya yetmeyecek. İsrail ise bölünmüş ve kendi ayakları üzerinde duramayan, bütünüyle istikrarsız bir Suriye adına kışkırtma ve provokasyonlarına devam edecek. Bu noktada başta Aleviler olmak üzere HTŞ kontrolü altında yaşayan bölgelerdeki bütün seküler halk kesimlerinin kendi öz savunmalarını oluşturmaları ve direnme hakkını kullanmaları gerekiyor. Aksi takdirde bu katliamlar süreklileşmiş bir şekilde devam edecektir.
'DİNCİ GERİCİLİĞE KARŞI MUTLAKA LAİKLİK VE AYDINLANMA...'
Suriye'deki bu trajik gelişmelerin, Türkiye'nin iç politikasına ve toplumsal huzura olası yansımaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Suriye ile Türkiye arasında uzunca bir süredir sınırlar ortadan kalkmış durumda; dolayısıyla Suriye’de yaşanan her şey artık Türkiye’nin iç meselesi haline dönüşüyor. Esad’ın devrilmesinin ardından Halep kalesine asılan Türk bayrağıyla, Colani’nin Kalın’a şoförlük etmesiyle ve Fidan’la Kasiyun Dağı’nda çay içme pozu vermesiyle Türkiye kamuoyuna “buraları biz fethettik” mesajı verildi. Zaten en başından beri cihatçıların arkasındaki en büyük destekçilerden biri AKP-MHP iktidarıydı ve Suriye’yi sürekli bir iç mesele olarak gösterdiler. Şimdi de çok net bir şekilde cihatçıların arkasında duruyor, yapılan katliamları görmezden geliyorlar. İslamcı medya ise açıktan bu katliamları savunuyor. Aslında Suriye düşer düşmez Türkiye’de “siyasal Alevici” diye bütünüyle uydurma bir kavramın dolaşıma sokulmasının nedeni, Suriye’de olacakların az çok bilinmesi ve Suriye üzerinden Türkiye’deki muhalif kesimlere bir gözdağı verilmesiydi. “Siyasal Alevicilik” başta Alevileri hedef tahtasına yerleştiriyordu ama aslında Alevileri de aşacak bir şekilde iktidarın “düşman” olarak kodladığı bütün kesimlere tekabül ediyordu. Zaten dikkat edin, Türkiye’de bütün muhalif kesimlere yargı sopasının sallanması ile Suriye’nin düşüşü aynı tarihlere denk geliyor. İktidar “Suriye’nin fethi”nden aldığı cesaretle yargıyı kayyım atamaları, belediye operasyonları, gözaltılar ve tutuklamalar aracılığıyla siyaseti ve toplumu dizayn edecek bir araç olarak kullanmaya başladı ve şu an geldiğimiz noktanın ne olduğu malum. Türkiye elbette ki şu an için Suriye değil ama Suriye’de yaşananlar artık burayı doğrudan belirliyor. Bu nedenle de dinci gericiliğe karşı mutlaka laiklik ve aydınlanma mücadelesinin siyasetin merkezine yerleşmesi şart; ancak bu basitçe yaşam savunusuna odaklanan bir mücadele olmamalı. Türkiye’nin sömürü düzeniyle dinci gericilik arasında bağlantı kuran ve emek mücadelesi ile laiklik mücadelesini sentezleyen bir anlayışa ihtiyacımız var.
"İMAMOĞLU ERDOĞAN'A MEYDAN OKUYOR, AMA ERDOĞANLAŞMAMALI"
Ekrem İmamoğlu CHP'de tek adaylı ön seçime gidiyor ve seçim mitinglerine başladı. İmamoğlu'nun Erdoğan'a 'meydan okur' konuşma ve tavrı için ne düşünüyorsunuz?
İmamoğlu kendisinin birden fazla cepheden kuşatıldığının farkında. Diploma meselesi, belediye soruşturmaları, kent uzlaşısı ve şaibeli kurultay iddiaları… Bunların hepsi İmamoğlu’nu itibarsızlaştırmak, onun toplumsal meşruiyetini ortadan kaldırmak ve siyaseten tasfiyesine zemin hazırlamak için kullanılıyor. Sürecin sonunda siyasi yasak mı gelecek yoksa zayıflatılmış bir İmamoğlu’nun seçime girmesine izin mi verilecek bilmiyoruz. Ama şu an için bildiğimiz iktidarın hedef tahtasındaki bir numaralı ismin İmamoğlu olduğu. O da bunun farkında ve geri adım atması halinde daha çok üzerine gelineceğini biliyor ve bu kozu iktidara vermek istemiyor. Bu nedenle de adım adım el yükselterek gidiyor ve doğrudan Erdoğan’ı muhatap alıyor. Bence doğru da yapıyor. Çünkü Türkiye’de halka ülkenin şu an içinde bulunduğu durumun baş sorumlusunun Erdoğan ve bu iktidar olduğunu düzenli olarak anlatmak, hatırlatmak gerekiyor. Ancak bu tek başına yeterli değil; İmamoğlu sürekli kavga eden bir figür olarak görülmemeli, Erdoğanlaşmamalı. Bunun yerine başını hiç eğmeden, hiç geri adım atmadan ama aynı zamanda topluma çıkış ve çözüm önerilerini anlatarak, alternatifler sunarak, barışçıl ve kapsayıcı bir dil kullanarak kendi liderlik tarzının farkını ortaya koyması gerekiyor. Dolayısıyla kavga edileceği zaman kavga etmeli ama asli söylemini Türkiye’nin AKP olmadan da yönetilebileceği, kendisinin de bunu yapmak için en güçlü aday olduğu iddiası üzerine kurmalı.
Toplumu sahici bir alternatif olduğuna ikna etmeli. İmamoğlu bunu yaptıkça iktidar İmamoğlu’nun üzerine daha çok gidecektir ve eğer İmamoğlu bu süreci doğru yönetebilirse toplumdaki teveccühü daha da artacaktır.
İmamoğlu CHP üyelerinden yeter oy alabilir mi, alamaması durumunda bunun yansıması iktidar cephesinde ne olur?
Kampanya şu an için CHP’de bir mobilizasyon yaratmış görünüyor, İmamoğlu parti tabanında seviliyor ve destekleniyor, ben belki üyelerin tamamının değil ama ezici çoğunluğunun İmamoğlu’nun adaylığına evet diyeceği kanaatindeyim. Aksi bir durum ortaya çıkarsa iktidar bunu İmamoğlu’na yönelik kuşatma stratejisinin bir parçası olarak kullanır ama dediğim gibi bu şu an için son derece düşük bir ihtimal bana göre.
'TÜRKİYE’DE İKTİDARIN MEŞRUİYETİ GİDEREK AZALIYOR'
Sizce Ak Partinin erken seçim gibi bir gündemi var mı? İmamoğlu ve CHP'nin başlattığı bu hareket iktidarı ne kadar etkiler ve bu bir gündem belirleme sayılabilir mi?
İktidarın şu an için böyle bir gündemi yok. Eğer “Suriye’nin fethi” kampanyasının üzerine bu yıl içerisinde PKK’nın silah bırakması eklenirse iktidar bundan beslenmek isteyebilir. Ancak yine de esas mesele ekonomi olduğundan enflasyon belli bir seviyenin altına düşmeden seçime gitmeyi istemeyeceklerdir. Bu senenin sonunda muhtemelen enflasyon yüzde 30 civarında bir yerlerde gerçekleşecek ve iktidar bunu da bir propagandaya çevirip örneğin 2026’nın sonlarında yüzde 10’lar civarını görmek isteyecek, seçim de ancak o tarihlerde gündeme gelecek. Tüm bunları elbette ki “olağanüstü bir gelişme olmaması halinde” şerhini düşerek söylüyorum. Öte yandan iktidarın erken seçim diye bir gündeminin olmasının yolu muhalefetin ona yapacağı baskıdan geçiyor. Eğer İmamoğlu için “erken seçimin adayı erken açıklanır” deniyorsa, o zaman bunun hakkı verilmeli ve İmamoğlu’nun kampanyası iktidarı erken seçime zorlayacak bir karakter taşımalı. Bu ise siyasetin kürsülerin, toplantı salonlarının dışına çıkmasını ve halkın bir güç olarak denkleme dahil edilmesini gerektirir. Türkiye’de iktidarın meşruiyeti giderek azalıyor ve daha da azalmasının yolu siyasetin halkla birlikte yapılmasından geçiyor.
'YENİ SÜRECİN TEMEL HEDEFİ CHP- DEM İLİŞKİSİNİ ZAYIFLATMAK'
Yerel Yönetimlerde 'kayyım politikası' devam edecek mi? DEM'den sonra sıra CHP'de mi yoksa CHP'li belediyelere İmamoğlu özelinde bir hamle mi yapılıyor?
Sıra Esenyurt’tan itibaren CHP’ye çoktan gelmiş durumda, hedeflerden ilki İmamoğlu’nu tasfiye ise ikincisi de CHP-DEM ittifakı. Şu an Öcalan üzerinden yürütülen sürecin temel hedeflerinden biri CHP ile DEM Parti arasındaki ilişkileri zayıflatmak, Kürt siyasetini tarafsızlaştırmak. Öcalan’a alan açıldıkça Kürt siyaseti de buna uygun davranacak ve bu sürecin uzandığı yer, PKK’nın silah bırakmasına bağlı bir şekilde, belki de yeni anayasa olacak. Önümüzdeki günlerde CHP’li belediyelere yeni soruşturmalar gündeme gelmesi de şaşırtıcı olmaz, özellikle İmamoğlu’nun adaylık süreci operasyonları hızlandırabilir.
Öte yandan Öcalan üzerinden yürütülen süreç, demokrasi, hukuk, insan hakları vs. üzerine değil güvenlikçi bir paradigma üzerine kurulu ve iktidara Kürt siyasetine kendi “barış”ını dayatıyor. Burada aslolan da “havuç” değil “sopa”. Bu nedenle de eğer iktidar PKK’dan beklediği adımlar hızlı bir şekilde atılmazsa sopayı daha çok kullanmak isteyebilir. Bu da elbette ki beraberinde yeni kayyım atamalarını getirebilir. İktidar bir yandan ittifakları dağıtarak, bir yandan toplumun her kesimine sopa göstererek kendi yolunda yürümeye devam ediyor, muhalefetin bunun nasıl durdurulacağı üzerine kafa yorması şart.